11 Mart 2024 Pazartesi

Bcp Şubat/ Gençlik Yolculuğu

 


"Onun acısını tam olarak anlayamam. Ne kadar uğraşsam da hayal edemem ama.. Tüm kalbimle seni anlamaya çalışarak hata mı ediyorum?"

Blogları Canlandırma Projesinin Şubat teması yalnızlık, dostluk ve sevgiydi. Yüzyıllık yalnız okumaya niyetlenmiştim. Ama bu aralar okuma aşkım kuş olup uçtu gitti bir yerlere. Bir kaç kere ilk sayfasını okusam da ilerleme kaydedemedim. En son uzun zamandır okuma listemde olan "gençlik Yolculuğu" kitabını okudum. Manga okumaya üç sene önce başladım. Hepi topu dört beş seri okumuştum. İlk başta bir garip geliyor. Siyah beyaz çizimler duygu geçirebilir mi diye. Ama pekala geçiriyor. Konuları ilginç oluyor. Distopik tarzda olanlar favorim. Fakat gençlik yolculuğu adı gibi tatlış bir manga. Ana karakterimiz Futaba Yoshioka (kız) ortaokuldayken sevimli ve erkekler arasında popülerdir. Fakat bu durum kız arkadaşları arasında  dışlanmasına yol açar. Futaba 17 yaşına girdiğinde ve liseye başladığında artık değişmeye karar verir. Sevimli şeyleri bırakıp harbi kız olmaya çabalar. Böylece kabul görecek ve bir gruba ait hissedecektir. Bir yandan erkek karekterimiz Kou vardır ki kızımız ortaokuldayken bu oğlana aşık olmuş fakat ilanı aşk edememiştir. Lisede kou ile tekrar karşılaşır fakat Kou'nun hem soyadı hem de kişiliği değişmiştir.  Sonradan Futaba öğrenir ki oğlanda ortaokuldayken onu seviyormuş fakat artık ona karşı hiç bir duygusu kalmamış. Futabanın Kou'ya hislerini, arkadaş edinmesini ilk gençliğe ait o saf ve masum endişeleri telaşeleri okuyoruz. Kitabın dört cildini okudum. İlk cildinde sıkıldım. Fakat liseye başlaması, kendini değiştirme yer yer bastırma çabası arkadaş edinme evrelerinin olduğu 2-3 cilt bana daha çok hitap etti. Kitabı buhranlı bir dönemimde okumuştum. Bazı cümleler içimi ısıtıp beni rahatlattı. Okurken her ülkede ilişki dinamiklerinin ne kadar farklı olduğunu düşünüp durdum. Yer yer arkadaşlıkları bana çok yüzeysel yer yer de abartılı geldi. Kafa dağıtmalık, çerezlik bir kitap okumak isterseniz gençlik yolculuğuna bir göz atabilirsiniz.

"Yine kaybedeceğini düşündüğün için korkuyorsun değil mi? Sen gerçekten de inanılmazsın. Çok değerli bir şey kaybettiysen ve yerini dolduracak başka bir şey yoksa sen de orayı tek bir şeyle doldurmaya çalışma olur mu? Ufak da olsa on tane, yüz tane şey topla. Senin hayata tutunmanı bunlar sağlasın Kou. Bir şeylerle uğraştın veya dolu dolu kahkaha attın diye kimse seni suçlamayacak. Eğer öyle biri çıkarsa ağzını yüzünü dağıtırım onun ben."

20 Şubat 2024 Salı

Çalışkan çocukların dondurmaları sihirli olur

                                

Bir gölüm şimdi. Bana doğru eğiliyor bir kadın, Derinliklerimi araştırıyor, keşfetmek için kendini
Ariel ve Seçme Şiirler/Sylvia Plath

Babam sevdiğini severdi. Sevdiği adamın işini iyi yapardı. Kendini de sevdirirdi. A. Dayı vardı. Bizim semtin fırıncısı. Tabi o zamanlar üç beş fırını vardı. Sonra fabrikası oldu. Çok zengindi. Babamı severdi. Bayramda elini öptüğümüzde jilet gibi kağıt bir liralardan verirdi. Şimdilerde yatalak olmuş. Annem hep anar onu.  "Hakkı çok büyük üstümüzde. Kapıya gelir ekmekleri asar asar giderdi." derdi. Bende A. dayının üzerimizde hakkının çok büyük olduğunu bilirim tabi. Benim çocukluğumda hatırladığım tek tük mutlu aile anılarımdan birini yaşama sebep olmuştur çünkü. 
 A. Dayının bahçesinde salkım söğüt olan havuzlu bir villası vardı. O zamanlar bizim buralarda tek tük apartmanlar  var. Genelde tek katlı ikinci nesil müstakil evler var. Televizyonda bile görmemişim villa. O kadar küçüğüm. Babam bahçıvanlık ve elektrik işleri yapmak için gidiyor oraya. Bir şekilde bir sefer bizi de götürüyor annemde geliyor. O gün çok çalıştığımı hatırlıyorum ama. O kadar küçük bir velet nasıl bir iş yaptı bilmiyorum.  Tek bildiğim bana verilen görevleri yerine getirmenin mutluluğunu göğsümde kocaman hissetmiştim.  
Sonra bir şekilde fikir kimden çıkıyor bilmiyorum ama babam çocuk havuzunu bahçeyi suladığı hortumla dolduruyor. Biz deli gibi yüzmeye başlıyoruz. Suya uzun bir zaman sonra kavuşan ördekler gibiyiz.  Deniz gibi korkunç değil havuz. Uçsuz bucaksız da değil. Ayaklarım yere değiyor. Ah ne güzel! Ne güzel! Yazları gittiğimiz göl gibi yosunlu bana iğrenç gelen bir tabanı da yok. Annemin doldurduğu küçük leğenler gibi de değil. Etrafa su sıçratabiliriz. İlk neşe duygusunu ne zaman hissettim bilmiyorum ama o gün o havuzda mutluluktan çıldıracakmış gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Saf katıksız öylesine doludizgin bir neşe ki bu. O havuzu gölgeleyen salkım söğütlerinin zarafeti ile büyüleniyorum bir yandan. Acaba diyorum tüm o saf neşem, salkım söğütlerinin dallarına mı işledi. Neden suya dallarını uzatan bir salkım söğüt görünce içimden tatlı bir ezgi yükseliyor?
 Babamı hatırladığım tek tük anıdan biri bu. Keşke hep o anımdaki gibi bizi bir araya getiren ve neşelendiren biri olarak kalsa diye ağladım bu yazıyı yazarken. 
 Bence ölen birini affetmek daha kolay. Acı verici belki ama. En azından bir nebze daha kolay. O insana karşı yeni hayal kırıklıkların oluşmayacağı için kırılan yerlerini tamir etmek daha kolay. Kalan yaraların kabuk bağlayabilir pekala. Oysa hayattayken ve hala karşı konulmaz şekilde hayatını kötü bir şekilde etkilerken birini affetmek, kabul etmek öylesine zor ki.
Neyse o gün neşeyle yüzüp işten dönerken para kazanmışız güya. Annem üçümüze harcamamız için para veriyor. Biz de dondurma istiyoruz tabi. Arabayı kenara çekiyor babam. Panda dondurmalar var o zaman. Herkes yiyor afiyetle. Bir tane yeter mi insana? Yetmiyor tabi. Bitmesin diye yavaş yavaş yiyoruz ama bitiyor işte. Fakat o da ne? Bir bakıyoruz ki bedava. O an beşimizden dördüne bedava çıkmış. Gidip alıyoruz. Tekrar bedava, tekrar bedava. Sonsuz bir bedava döngüsüne giriyoruz. Sanki fabrika tüm bedavaları basmış da milyonda bir ihtimal bütün o bedavalar bir kutuya istiflenmiş ve bizde o bedavalara sahip olmuşuz gibi. Gerçekten dondurmaya doyduğum bir an oluyor. Kaç tane yedik bilmiyorum. En son bakkal bedava dondurmayı vermeyi reddetmişti. Benim aklımda 18-19 bedava diye kaldı. Kimse kesin bir rakam hatırlayamadı sorduğumda. Tek bildiğimiz biz o gün deli gibi dondurma yemiştik. Annem demişti ki  "Gördünüz mü? Çalışırsanız, çabalarsanız Allah sizi böyle mutlu eder. Sanki istediğiniz olmaz gibi olur ama bir bakmışsınız olmuş daha güzeli olmuş.!"
Bu hikayeyi yıllarca göğsümü gere gere anlattım okulda. Arada ben bile kendimden şüphe edip hikayemi ablamlara doğrulatma ihtiyacı hissettim. "Abla o gün ne çok dondurma yemiştik demiii?"
 Arabayı park ettiğimiz yer bahçeli bir evin önüydü.  Gül sarmaşıkları bahçe demirlerini sarmıştı. Kırmızı güller olanca güzelliğiyle arzı endam ediyordu. O güller nasıl öyle güzeldi.? Dondurma nasıl böylesine lezzetliydi. Mutluluk nasıl da güzeldi? Tüm aile beraberce kıkırdamak nasıl bu denli muhteşem olurdu?
 Ara ara kendimi rüyamda o evin bahçesinde gördüm de bir türlü anlam veremedim. Burası neresi? Nereden uyduruyor beynim böyle yerleri diye. Sonra rüyamızda gördüğümüz tüm yer ve mekanların gerçekte gördüğümüz yerler olduğunu öğrendim. Yani aslında yabancı bir adam gördük zannediyoruz. Beynimiz uydurdu sanıyoruz. Oysa sokaktan milisaniyelik gördüğümüz o adamı beynimiz kendi filmine figüran yapıyor.
Hah işte bu yazıyı yazarken o gül sarmaşıklı evin arabamızı park ettiğimiz ve içinde doyasıya neşeyle dondurma yediğimiz yer olduğunun şimdi ayrımına vardım. Acaba o mutlu aile tablosu bir yerde kayboldu da zihnim ne aradığını bile bilemeden etrafında dolaşıp durdu mu yıllarca. Artık neden o evi gördüğümü bahçesinde koştuğumu, kapısını çaldığımı anlıyorum. Tüm o rüyalarda ne aradığımı da anlıyorum.
Zihnimiz ne sihirli bir şey. Yazmak ne muhteşem bir olgu.  Zihnim çalışkan çocukların dondurmaları gibi sihirli. Yazmak çalışınca sonucunu sürpriz bir şekilde aldığımız işler gibi beklenmedik güzelliklerle dolu...
                                              

31 Ocak 2024 Çarşamba

BCP Ocak- Yan Etkiler Woody Allen



Blogları Canlandırma projesi bu yılda devam ediyor. Geçen sene ara ara konuları takip edip okumalar yapsam da yazı yazmamıştım. Farklı alanlardan okumalar yapmak öylesine güzel ki. Her zaman kullandığın bir yol var eve giderken ama sonra sen bambaşka bir sokak keşfediyorsun. Bu hissi veriyor bana. Bu ay mizah, müzik gibi seçenekler vardı. İkisi de asla okumadığım alanlar. Mizahi olarak tükettiğim son kitap ortaokulda okuduğum Zeytin ile Limon. Bende garip bir huy var. Ciddi filmler izleyemiyorum. Daha çok chichk flick filmler tüketiyorum. Kitaplarda ise günümüz çok satanlarını, kapağı renkli illüstrasyonlarla bezeli kitapları asla okuyamıyorum. Daha ciddi kitapları seviyorum. Bu yıl bunun üstüne gitmeyi deneyeceğim bakalım neler keşfedeceğim.

Woody Allen oradan buradan adını duyduğum birisiydi. Araştırınca gördüm ki senarist, yazar, yönetmen gibi çok yönlü bir özgeçmişi var. Yan etkiler toplam 17 öyküden oluşuyor. Her bir öykü diğerinden bağımsız absürtlükleri barındırıyor.
Kitabı okuyunca ince zekasına hayran kalıyor, komik tespitlerine ve absürt durumlara kıkır kıkır gülüyorsunuz. İlk öykü dışında diğer öyküler ilgi çekiciydi. Özellikle romantik bir kaçamak yapmak isteyen adamın terapistten büyücüye uzanan garip ve komik yolculuğunu okurken bir film izlemiş gibi oldum.
Çokça kafa dağıtmak, yer yer durup düşünecek tespitler okumak isterseniz yan etkiler tam size göre.

Alıntılar

"Çok sadık bir insandır," dedi bir başkası; "bir keresinde Bayan Monroe buzda kayıp düştüğünde, kadını yalnız bırakmamak için o da kayıp düşmüş."

İşin aslı şuydu ki, Pinchuck ayakkabıların sıktığını fark ettiği halde satıcıya hayır demeyi başaramamıştı. "Sevilen biri olmak istiyorum," dedi Blanche'a, "Bir keresinde sırf hayır diyemediğim için canlı bir antilop satın aldım." (Not: O.F. Krumgold'un Borneo'daki bazı kabileler üzerine yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını anlattığı makalesinde, bu kabile dillerinde "hayır" anlamında bir sözcük bulunmadığı için, bir isteği geri çevirmek gerektiğinde başların aşağı yukarı sallanıp "Size döneceğim," dendiği bildirilmektedir. Bu da bilim adamının, her ne pahasına olursa olsun sevilen biri olma dürtüsünün öğrenilmiş değil, bir opereti baştan sona izleyebilmek gibi kalıtsal olduğu kuramına destek vermektedir.)

Hayatındaki en büyük dert, her şeyi ilgisiz yerlere koymasıydı. Bir keresinde sabah uyandığında yatağını bulamamıştı.

17 Ocak 2024 Çarşamba

lale tarlaları yok artık ve ben operadan nefret ediyorum

 


Tonight I'll dream while in my bed 

While silly thoughts run through my bed

Kahrolasıca değişmeyen toplumsal tabular. 8-5 işim olmayınca bizimkilerin gözüne çok batıyorum. Yada yaşım (25) gelip geçtiği için olsa gerek evlilik meselesini gündeme getirip duruyorlar. Benim beynim bu eve ait değil. Daha iki ay önce nişandan döndük. Kendi isteğimle başlayan ama ısrar ve diretmeyle hızlıca ilerleyen bir süreçti. Sağlıklı bir düşünce değil ama artık şöyle düşünmüştüm "Sonunda evde kalacaksın ne zaman evleneceksin darısı başına lafları" cehennemin dibine gidecek. o sıralarda da içten içe bir şeylerin istediğim gibi olmadığını biliyordum ama içten içe ne var evlenir bir yıl evli kalır boşanırım sonra da kimse lanet çenesini açıp evlen demez. 

kahrolsun ya kahrolsun. sen nasıl başarılar başarırsan başar parmağına o yüzük girmedikçe başarısızsın. benim harika çocukluk arkadaşlarımda evlenip barklandıkları için hemen anne hanım geç kalmışlık korkusuna düştü. Lanet olsun ya. o kadar öfkeliyim ki. ama en çok kendime kızıyorum. o zamanlar diretip istediğim eğitim almadığım için. her gün bir bok parçası gibi ezilip kaldığım için. içimde çok şey kırık toparlamaya çalışıyorum ama. öylesine zor ki. ailende seni anlayan tek bir kişinin olması. bir tek küçük erkek kardeşim diyor bırakın ne yaparsa yapsın diye. 

bir gece rüya görmüştüm. herkes başıma üşüşmüş bir şey istiyordu. bende elime bir bıçak alıp tüm etlerimi parçalarımdan ayırıp hepsinin önüne bir parça atıyordum. hepsi bir sırtlanda başıma üşüşmüş gibi. hayır diyemiyorum. sınırım yok benim. sonra gittikçe kötüleşince bu durum bu rüyanının daha üstünü gördüm. benden bir şey isteyenler çoğalmış yetemiyorum artık. buraya gel bunu yap. kendimi yüksekçe bir yerde ateşe veriyorum. ateşin kokusu o kara duman genzimi yakıyor ama o kadar hafifliyorum üzerimde her parça bir yere dağılıyor. benden mutlusu yok.

bu yıl daha bir sınır koysam da aileme sınır koyamıyorum. arkadaşlarıma koyamıyorum. çekip gittim ülkenin bir ucuna bu kez yalnızlıktan kıvrandım. kendimle ne yapacağımı bilemedim. 

yalan söylemekten nefret ediyorum ama şöyle adam gibi çıkıp istemiyorum lan yapmayacağım gelmeyeceğim diyemedim için yalan sıkıyorum. o gün çalışıyorum. ani bir iş çıktı. bu yıl çok yalan söyledim. neyse bu yıla kadar kendime söyledim. biraz da başkalarına bulaşsın.

insanlığın devamı benim evlenmeme bağlı gibi. ben evlenmezsem uzaylılar mı istila edecek dünyayı. neden bu kadar baskılıyor. söyledikleri boktan laflar normalmiş gibi neden davranıyorlar. "iyi o zaman evde kal da günü gör." "o zaman git 40 yaşında birini bulda evlen."

ben mutluyum şu anda. mutluyum işte. neden kurcalıyorsun. hayat sadece senin bildiğin gibi yaşanmıyor işte.

bir gün evleneceksem de sevdiğim biri olsun istiyorum.

geçen biten ilişkimde de acele ettirdiler. sonra ayrılınca içten içe oh dedim oh görün gününüzü. biliyorum sağlıklı değil bu düşünce tarzı. ama ne yapabilirim benim içine doğduğum ev büyütüldüğüm koşullar sağlıklı mı. keşke hiç olmasa denen bir baba figürü, sürekli çabalayan eve ekmek getiren lanet kocası her bir haltı yese de sabretmek zorunda kalan bir anne. yıllarca annemin boşanmasını bir yere gidip yeni bir hayat kurmayı diledim. artık bunun imkansız olduğunu görünce kendim gittim ama yapamadım. böyle kendimi sarmaşık gibi hissediyorum kendi başına ayakta duramayan asalak hayvanlar gibi hayatta kalmak için anneme ihtiyacı olan. 

kendimi bu düşünceleri düzeltmeye çalıştım. ama bir yarayı kaşımak gibi daha kötü hale geldim. bilmiyorum psikiyatriste gitmem gerek belki. keşke bana bir hap verse. gepetto'nun pinokyo'sunun bir kalbi var mıydı duyguları. bende bir kuklayım ama kalbim var. o lanet olasıca duygularım yok olsa. alın nasıl isterseniz kullanın deyip teslim etsem hayatımı. savaşacak gücüm yok çünkü. savaşmaktan yoruldum belki bilmiyorum. 14 senedir savaş veriyorum. ortaokuldan mezun olduğumdan beri. 500 üzerinden 460 puan almıştım. öğretmenim demişti ki seni burada bir liseye göndermeyelim yazık olur. büyükşehirdeki sosyal bilimlere git ben her şeyi ayarlarım. hep bunu düşünüyorum bir evrende ben o liseye gittim mi. o okuldan mezun olup istediğim okula girebildim mi? sonra o iğrenç adam beni arabadan indirmiyor okula gidiyor kendi tercih yapıyor. bende ayaklarımı sürüye sürüye gidiyorum okula. mezun olana kadar o kadar çok tükeniyorum ki. sonra üniversiteye bile gitmek istemiyorum. okul öncesi öğretmeni ol, tam bir kıza uygun. tamam diyorum. Allah aşkına neredeydi şimdi aklım diyorum. neden çabalamadım. ama ben hep aynıyım. bak şimdi hayır diyebiliyor muyum. kendi hayatımı komuta edebiliyor muyum. mezun olup işe girince çocukları öğretmeyi çok seviyorum. işverenim veliler hepsi beni çok seviyor. ama ben nefret ediyorum işimden. ben kapitalizmin istediği bir robotum. her denileni yapan. en iyisini yapmak için kendini tüketen. iki yıl çalışıp istifa ediyorum. sonra orada burada işler. aile işleri, eş dost ahbap ricaları. vay efendim okulumuzda atölye yap, turnuva var jüri ol. olalım ama ne karşılığı hatır gönül. en nefret ettiğim atasözü hatır için çiğ tavuk yenir. bu sözü duyunca içimden o tavukların kafalarını kopardığımı karşımdakinin ağzına tıktığımı düşünüyorum. ama tam tersi davranıyorum. küçüklükten beri böyleydi. ben ikinci sınıftım. annem ablama çayı getir demişti. getirmedi ablam. annem kızar diye koştum getireyim dedim. çaydanlığın bir tarafı bir ayağıma diğer tarafı koluma döküldü. üzerimde ördekli tulumum vardı. ne garip o tulumu çok sevmeme rağmen ne zaman giysem midem bulandı. bir daha aynı sevgiyle giyemedim. ayağımı kolumu alçıya aldılar iki ay boyunca okula gidemedim. kemiğimin görünüşünü gözlerimi her kapattığımda hatırladım. neyse ki akıllı kadın annem çok araştırmış arka bahçeye pancar yaprağı ekti. gizli gizli sardı koluma doktor bile şaşırdı. nasıl böyle iz kalmadan iyileşti diye. benimle aynı yaşlarda yanan arkadaşımı gördüm. kolu buruş buruş olmuş estetik ameliyat olmalısın demiş doktor. bana da demişlerdi ilk yanınca. kolu büzülür kalır diye. kalmadı işte. dedem 79 yaşında annesinin öldüğünü anlatırken ağlamıştı. annen yoksa kimsen yok demişti. babası uzaklara çalışmaya gidermiş. annesi besler, doyurur; okutur, öğretirmiş. ne zaman annesi ölmüş kimsesi kalmamış dedemin. bir üvey ana gelmiş, sorumsuz bir baba. ne tarlalar ne dükkanlar yok olup gitmiş. kendi sıfırdan yapmış. ne garip. bu öykü mü beni daha çok bağlıyor anneme. gerçi çocukluğumu düşünce çok az insan hatırlıyorum. baba yok hiç. onun bizi götürdüğü yerlerde bile o yok. araba gidiyor ama sürücü koltuğu boş. havuzdayız ama kimse yok başka. küçüklüğümden beri garip bir yalnızlık duygusunu hissediyorum. yastığıma sarıldığımı dünyada kimsemin olmadığını düşünüp ağladığımı. ilk kez jules verne'yi okuduğumda bir arkadaşım varmış gibi hissetmiştim. aya baktığımı orada bir yerlerde Jules'in olduğunu beni gördüğünü düşündüğümü hatırlıyorum. arka bahçede kilden kardan adamlar yaptığımı onlarla konuştuğumu, geceleri özellikle durmadan ağladığımı. çocuk olmak zor. etrafında olan olayları anlamlandıramıyorsun bilinçli ama istemsizce hepsine maruz kalıp bununla savaşmaya çalışıyorsun. böyle bir çocukluk geçirdiğim çocukları çok iyi anlamıştım. ama kalbim kaldırmamıştı. ebeveynlerin çocukları bir meta gibi gördüğünü, ruhlarını harap edip yaraladıklarını. bir sınıfta o kadar çocukla ilgilenirken benim de onların kalbine yaralar açabileceğimi.

bilmiyorum. kafam binlerce düşünceyle dolu. bilgisayarı kapatıp ağlayacağım. neden herkes gibi olmadığımı evlenmenin, sadece işini yapıp fazla düşünmemenin benim için bu kadar zor olduğunu düşüneceğim. 

-o zamanlar annem bana neden evde kaldın, evlen artık deyip durmazdı. hangi öyküyü anlatayım derdi. meydana kitap sergisi kurulmuş gidelim mi derdi. laleler açmış görmeye gidelim derdi. mavi elbiseni giyme başka elbisen yok mu derdi. sana şiir öğreteyim mi derdi. ablamlar çizgi film diye sızlanırken benim bilmem nerden bulup dinleyip durduğum operayı açmama izin verirdi. sonra her şeyi alçalan yükselen sesimle uyduruk ezgilerimle söylemeye başlayınca yasaklandı tabi. o kadar hasret çektim ki ağzını açıp istediği gibi ses çıkaran o kadına. belki de daha o zamanlar içime attığım onca şey varken o tombul kadının o kadar yüksek perdeden öyle çeşitli nağmelerle cümleler kurması etkilemişti beni. bilmiyorum. tek bildiğim artık operadan nefret ettiğim.