19 Aralık 2020 Cumartesi

mss nobody yahut limonlu pastanın sıradışı hüznü

Bu yazıya bilinç akışı tekniği diyorlar edebiyatta. Ben pek hoş  bir tabir olmasa da beynim kustuyu tercih ederim.

 


Ağlamayı sevmediğimden değil ama drama türünde kitaplar okumam. Zaten mutluluğun satılması sinirlerimi bozarken birde hüzünlerimizin yaldızlı kağıtlara sarılıp sunulması hoşuma gitmez. En son yıllar önce -7 yıl önceydi sanırım-dramatik bir film izledim.Film bittiğinde  o denli boğuldum ki ardından sistemin sunduğu hüzün,keder,acı barındıran hiç bir etikete yaklaşmadım.

 E-kitap okurken ismi hoşuma gittiği için okuma listeme eklediğim bir kitap beni altın kızlarla verandada   çilekli pastamı yerken nereden geldiği bilinmez bir çekirgenin bahçemi istila ettiği ve bütün çiçeklerimi haşat ettiği haberini almış gibi hissettirdi. Olabildiğince naif nazik ve acı verici. Kitabın ismi bile öyle nitekim  limonlu pastanın sıradışı hüznü. Kitabı bu kadar sevmemin nedeni içindeki küçük naif dokunuşlardı muhakkak. Ben hala kaç yaşına gelirsem geleyim kar küresini ters çevirip hayranlıkla izleyen o küçük kız çocuğuyum. Yaşamın gündelik sıradan şeylerine neşe ve sevgiyle bakacağım.

Bazen aksi ihtiyar ve entel bir komşum olsa diyorum. Yada sırf ona kitap okumam için beni tutan biri.

Kitabın beni bu kadar hüzünlendirmesinin bir kaç sebebi var.Bir kitapta karekterlerin çocukluk ve yetişkinlik evrelerini görmek bana acı veriyor. Onların çocukluğun arka bahçelerinden çıkıp yetişkinliğin gri soğuk ve kasvetli sokaklarına adım atarken görmek kalbimi acıyla dolduruyor. Bu acıyı ilk kez 2 sınıfta görevde son yılı olan ton ton öğretmenimizin muhtemelen kendi maaşıyla aldığı 100 temel eserden okuduğum ikinci kitabında tatmıştım. Yeşil küçük ve asla büyümeyen Peterpan'la.Daha doğrusu bir zamanlar Peterpan'ın arkadaşı olup sonrasında bir yetişkin olan ve bir pencereden Peterpan'ın gidişini izleyen o kadınla. Kitabı okuduğumda öyle üzülmüştüm ki elimi kalbimin üzerine koyup bir müddet öylece durmuştum. İçim acıyla dolduğunda istemsizce yaptığım bu hareket amatör tiyatro oyuncalarının ''ah Romeo neden Romeosun sen!'' diyip eğreti bir şekilde ellerini sol taraflarına koyuşunu anımsatır. Fakat yine de ben Pandora'nın kutusu gibi içimden kederlerin küçük parçacıklar halinde etrafa saçılacağından korkarcasına elimi yüreğime koyarım. Bunu kitabı bitirip bir müddet farketmeden öyle kaldığımda anımsadım.


Geçenlerde evlilik ve meslek seçimi hakkında ablamla konuşurken tam olarak şundan korktum. Kim olacağıma karar vereceğim ve olacağım artık geri dönülmez bir şekilde ödev ve sorumluluklarım olacak.O halde nasıl karar vereceğim?Mrs nobody filminden şu sahne düştü zihnime.

(ekran görüntüsü alarak paintten yaptığım kolaj

 bu aşamaları kullanıp başka kolaj yapan var mıdır merak ettim:)

 

Cidden sadece biri olmak yaşamımın kesin çizgilerle belirlenmiş olması beni ürkütüyor.Küçükken evimizin karşısındaki bir taşa oturup evimizi ve sahip olduğu o büyük bahçeyi türlü imar planlarımla düşlemeyi çok severdim. İçinde hayvanların özgürce dolaşabileceği bir orman. Bir basket sahası,kardan adamlar için bir yaşam sahası.Çünkü sadece bir kere kar görmüştüm ve özenerek yaptığım kardan adamımı güneş yemişti.

Sonra bir gün mütâhitler geldi ve işte bilirsiniz çok katlı bir apartman ve çokça gri.

Kendimi yüzlerce meslekte hayal ederdim yüzlerce farklı kıyafetin içinde yüzlerce farklı ben. Biri  beyaz önlüklü bir öğretmen,biri yüzü gözü motor yağı olmuş işci tulumlu bir bisiklet tamircisi, biri seyircilere beyaz gül atan bir tiyatro sanatçısı yekdiğeri güzel ülkemde kıymeti bilinmemiş bir eseri restore eden bir  mimar. Biri roketten bakıp penceremde dünya var diye haykıran bir astronot.

Yıllar  sonra şu anekdota rastlayınca yalnız olmadığımı anladım.

“yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum.

Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör ee gee, öbürü avrupa, afrika ve güney amerika, biri constantin, socrates, attila ve garip adları değişik meslekleri olan daha bir yığın aşık, bir başkasıysa olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı. Bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım bir sürü incir daha vardı.

Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum. Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı isityordum incirlerin ama birirni seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarımın dibine düşüyorlardı.”

-sylvia plath

 

Kitapta beni hüzünlendiren diğer şey çocukken bir dahi olan joe'nun (anlatıcının soğuk dahi abisi olur kendisi) istediği üniversiteye girememesi ile başlayan kayboluş hikayesi.(tek unsur bu olmamakla en önemli tetikleyici bu) çocuğun küçükken ki parlak bilim adamsı halleri aklıma geldi ve içten içe acı çektim. Bana acı veren yekdiğer şeyde bu. Ortaya müthiş şeyler çıkarma potansiyeli olan insanların yok olup gitmesi. 

Bununla beraber beni üzen  diğer şey  olabilirliğin olmaması.Mümkün hayatların en güzeli 

Bu söz öbeğini arada bilinçsizce tekrar ederim, kendi kendime. Annem doktor olmak istemiş ama o kadar istemiş ki .sonra olamamış işte. Küçük doktor olabileceğine inanan bir kız çocuğu ve büyümüş doktor olamamış bir  kadın.

Bilmiyorum .

 **

Bir acaip korkum vardır.Yıllar sonra mezun olduğum arkadaşlarımla bir araya geldiğimde yaşamda bir yere gelememiş olmaktan hep korktum. Üniversite zamanlarında bile kantinde yanına oturduğum şu çocuk ilerde asla ulaşamayacağım bir yere gelir mi duygusu oldu. Annemin sevdiğimiz abur cuburları ulaşamayacağımız yerlere koymasından mı acaba?

**

Bütün bu varoluşsal sancıları bir kenara bırakırsak uzaktan eğitimle başladığımızı haftayı yüz yüzeyle bitirdik. Her sınıftan karantinada öğrenciler var. Ben sayıca az olduğumuz için ve en azından dışarı çıkıp bir hava aldığım için okula dönüşü pek sallamadım. Risk çok fazla. Fakat evde iyice hedonist olmuş var mı bana haz verecek kitap, yiyecek, film deyip gün boyu pijama ve pörtlek gözlerle geziyordum. Okul biraz silkinmeme sebep oldu.

 **

Üniversitedeyken arkadaşlarım gelip bugün nasıl güzel olmuş muyum derdi.Bende onlara sorardım, duymak istediğini mi söyleyeyim yoksa içimden geçeni mi? İşin komik tarafı çoğu bunu duymaktan bile hoşlanmazdı. İşin daha  ilginç tarafı okuldan mezun olunca ne kadar gezsem okusam öğrensem de acaba şıkır şıkır bende kampüste gezse miydim diye garip nereden geldiği belirsiz bir duygu geldi.


Kitabı bitirir bitirmez Nadir Kitaptan iki tane sipariş verdim. Şehrimde sahaf yok diye hayıflanıp internet sitesi ararken neden sahaf sitelerinden almamışım bilmiyorum.

İki kitap aldım.Biri sonra sen geldin hayatıma dedirtecek türden bir arkadaşım için. Tam anlamıyla farketmediğim şeyler fark etmemi sağlayan biri.

**

Bu yıl sürekli Darktan bir replik dönüyor beynimde 'hayatın nerede hiç istemediğin bir noktaya saptı?'Burada değil diyorum kendime yahut daha değil.

**

Kitapta torunlarına sürekli acaip şeyler kargolayan büyük anne vardı. Yarım sabun,eski toz bezi gibi şeyler. 

Son olarak her kitabın  bir kişiliği varmış gibi gelir bana. Bu kitabı çoğu kişi sevmemiş. Ben sevdim. Aynı ortaokulda,lise de kurduğum acaip arkadaşlıkları hatırlattı. Benim için acaip insanlar olmasada diğer insanlara öyle gelen dostluklardı bunlar. O acaip arkadaşlarım nispeten sessiz içe dönük tuhaf alışkanlıkları olan kişilerdi. Bu insanlar öylece bir yerde bulduğum muazzam bir şeymiş gibi gelirdi bana. Benim onda gördüğümü nasıl da başkaları görmüyor diye hem hayret eder hemde sevinirdim.

Şimdi düşündüm de uzun zaman oldu.

Tuhaf biriyle arkadaş olmayalı.

 





7 Aralık 2020 Pazartesi

düşük modlu bir yazı

Antalya oyuncak müzesi kaptan odasından bir kare

Yazma dürtüsü gelmese bile bir kaç satır karalayayım diyorum.

Alınan tedbirler kapsamında okullar uzaktan eğitime geçmişti. Fakat hiç bir korunmanın olmadığı ve  zorunlu bir eğitim bile olmayan okul öncesi devam etmişti.daha sonra 13 günde  kez karar değişmiş ve okulların kapanması illere göre alıncak kararlara bırakılmıştı. Nihayetinde ilimizde devlet okulları uzaktan eğitime geçmiş özeller devam etmişti. En nihayetinde bir şekilde bizim okulda uzaktan eğitime geçti. Evde olduğumuz için mutluyum. Bu hafta zaten vize haftasıydı. Çok iyi denk geldi işin garip tarafı zamanımı verimli kullanmak için çabalasam da içimden hiç bir şey yapmak gelmiyor. Bir kaç virüslü ile temaslı olduğum için kendimi ailemden izole ettim. Evde maske eldiven enva-i çeşit yağlar,bal,çörek otu ,sirke bir ara ateşim çıktı bir öksürük tuttu ama annemin yüksek gayretleri sonucu şimdi iyiyim

Yaklaşık 6 yıl önce ciddi bi kayak kazası geçirmiştim. Yüksekçe bir tepeden kardeşimle kayarken bir taş yüzünden önce havalanmış sonra o taşın üstüne düşmüş kardeşim de benim üstüme düşmüştü. Orada bembeyaz karın altında yatarken ilk düşündüğüm yaşamımızın nasıl beklenmedik ve inanılmaz bir şekilde değişebileceğinin farkına varmıştım. Ya kalkamaz ve bir daha yürüyemezsem. Yaşamım nereye evrilecek gerçekten kısa bir an yaşamımda ki o güzel anlar gözümün önünden geçti. Sonra beni kucaklamış en yakın hastaneye götürmüşlerdi. Omurgamda  küçük bir çatlama ile atlatmış 10 gün hiç hareket etmeden yatmıştım. Bir daha kar tatiline gitmedim. Kar görünce içten içe bir sıtma bir mide bulantısı tüm vücudumu ele geçirir oldu. Neyse ki Antalya’da çok çaba göstermediğiniz  müddetçe kar görmüyorsunuz. Şimdi ne oldu da bu anı anımsadım bilmiyorum.  

Beynimin içi bir çocuk kitabında yazılmış bir şiir gibi. Kitabın adı evden 3998 kilometre ötede gibi bir şeydi.3 yıl önce almış kitabı okumuş son sayfasına şehrimi yazmış ve kitabı bir arkadaşıma postalamıştım. Kitabı seyahate çıkarmış kendimce travel book yapmıştım. kitap şu ana değin  4 el ve 4 şehir değiştirdi. Şu an nerede hiç fikrim yok en son İzmir-İstanbul arası yolculuk yapmıştı. Neyse umarım verimli bir gün geçiririm,geçiririz.

 

 


6 Aralık 2020 Pazar

kaz otaran

uzun zamandır belgesel izlemiyordum. bugün Trt belgesele girip rastgele bakınırken adı çok ilgincime giden kaz otaran belgeselini izlemeye başladım.aslında bu belgeseli izlememin bir sebebi anneannemin tamamen bir tesadüfler silsilesi olarak ördek bakmaya başlaması da var.
Kaz Otaran" belgeseli, Türkiye’nin en soğuk şehirlerinden biri olan Ardahan’ın Çıldır ilçesine bağlı Gölbelen köyünde kaz yetiştiriciliği yapan Muteber ve torunlarının hayatını anlatıyor. görüntüler,sesler hepsi çok güzeldi.Muteber Nine emekçi bir anadolu kadını.eski usül bakım teknikleri,yumurtadan çıkıp büyüme evrelerini izliyoruz. 

(hele şu girişteki görüntüler çok hoşuma gitti)




 kırılan bir yumurtayı bantlayıp kuluçkaya bıraktıkları sahnede hem şaşırdım hem güldüm.fakat işe yaradı en sonunda bu kırık yumurtadan bir kaz çıktı.
sa yormayan bir belgesel arıyorsanız ve Anadolu'nun güzellikleri arasında birinin ayrımına varmak isterseniz kaz otaran iyi bir tercih olabilir.

Gençlik bir kuş idi uçurdum tutamadım.yaşlılık da bir top kumaş idi aldım satamadim

5 Aralık 2020 Cumartesi

bir kitap alışverişinin anatomisi

Geçenlerde ah bir sahaf olsaydı yazımda ilçemizde sahaf olmamasından yakınmıştım.internet  alışverişini herkesler delicesine yaparken uzak durduğum ve en son  BKM Kitaptan aldığım kitaplar hasarlı olduğu için tavsiye istemiştim. Sevgili la Paragas'ın tavsiyesi ile Eganbadan alışveriş yaptım.fiyatlar piyasa değerinde,seçenek çok kargo hızlıydı. ne yazık ki paketlemeyi göremedim. fakat koydukları ayraçlar hoş değildi. bu tür sitelerde not düşeceğim boşuna göndermesinler kağıt israfı.

Bir yerde doğruluğunu teyit edemediğim bir hikaye dinlemiştim. İlk kez psikoloji çalışmalarının şöyle başladığı hakkında bir hikayeydi. Çok uzun zaman öne dinleyip belli belirsiz hatırladığım için  bu hikayede ki kişi ve kuruluşlar zihnimin ürünü olacak,bilginize.

Bir gün bir doktor koltuklarını yeniletmek için koltuk ustasını çağırır koltuk ustası gider tamir eder. Daha sonra bir berberin koltuklarını yeniler. Yenilemek kelimesinin şimdi anlamını kastetmiyorum. Önceki zamanda ki anlamı eskiyen bir şeyin yenisini alma değil. Eskiyen bir şeyi kullanmaya uygun hale getirecek her türlü işlem. Bu minvalde koltuk ustasının yaptığı işler çıkan yayları içine katma,süngersi yapıyı kuvettlendirme türü şeylerdir herhalde. Neyse konuya dönecek olursak bu koltukçu ustası birde isim vereli Marcus olsun. Marcus bir anda bir aydınlanma yaşar. Berberdeki koltukların orta kısmı yıpranmışken doktorların bekleme salonundaki koltukların sadece ön kısımları yıpranmıştır. Marcus o zaman psikolojinin yaşamın bu kadar küçük ayrıntılarında saklı olabileceğini anlar. ''Tabi ya ' der gür bir sesle ''berberde insanlar havadan sudan muhabbet edip keyifli zaman geçirirken koltuğa rahatça oturdular.orta kısımları yıprandı.ama bekleme salonundaki hastalar endişe ile koltuğun ucuna iliştiler ve sadece uçları yıprandı.''  Marcus bu aydınlamayı yaşadıktan sonra önünde 3 seçenek var.

1.seçenek Marcus sektör değiştirip  freud'un psikanalizin babası oluşu gibi  vitaniliz'in(vita latince yaşam demek kelimeyi tamamiyle ben uydurdum)babavita olup yaşamdaki bu küçük ayrıntıları fark edip psikolojik analizler yapar.

2.seçenek Marcus sadece doktorların koltuklarını yeniler böylece daha az sermaye ile daha çok hizmet üretir.zamanla alanında uzmanlaşır.doktorların kanepe yenileyicisi olarak ünlenir.bir kaç asparagas haber onu ''son kanepe bükücü olarak''tanıtır.

3.Marcus bu tespitini anlatır.insanlar güler. İnsanlar zaten ne zaman biri bir şey yapmayı yahut farklı olanı söylese güler ama Marcus buna takılır ve keşfettiği bu bilgiyle hiç bir aydınlanma yaşamaz.

Hep merak etmişimdir acaba yaşamımda kaç kez Colomb gibi bir keşif yaşayıp bunun farkına varamıyorum.öngörü ayağına kaç önyargımın prangasına vuruluyorum. 

 

Ohooooo ben ne anlatacaktım nerelere geldim. 

Aslında şunu diyecektim. Yaptığımız küçük hareketler mikroskopa tutup inceleyelim. Gündelik şeylerin sıradışılıkları karşısında hayran kalalım. Yahut kendimiz hakkında farkına varmadığımız bir şeyi fark edelim.

Ben alacağım kitapları önceden listelerim. Resimde 5 kitap var ikisi listede bulunan kitaplar.diğer spontane bir şekilde aldığım kitaplar. Plan:2 spontane:3 

Acaba Marcus olsa ne düşünürdü?

(iki dakika önce uydurduğum karekterin fikrini merak ediyorum)

Gelelim kitaplara.

Ziya Osman saba uzun zamandır tanışmak istediğim bir yazardı. Daha ilkokulda çocukluğum şiirine vurulmuş şiirde beni kalbimden vurmuş çocukluğumun acısnı çekip gitmeden hissetmiştim.o zamandan beri yaşam bizi bir araya getirmemişti.Ziya Bey'in yaşamını okurken Galatasaray lisesinde Cahit sıtkı ile okuduğunu öğrenince akşam yatmadan önce kendimi onlarla mektebin bahçesinde kavak ağacının altında türlü meseleler üzerinde lakırdarken tahayyül etmekten kendimi alamadım.ah bir de Orhan Veli olsa idi diye geçirdim içimden.

Kartpostalların fısıldadıkları sırf kartpotal sevgim yüzünden aldığım sahaflarda bulunan kartpostallara hikayelerin anlatıldığı bir kitap fikir ilginç

Yolun gölgesi kitap kulubü için aldım. Göç ,mültecilik gibi kavramlar hakkında bir uzun öykü.

Bir yazar nasıl okunur? John freeman'ın makale,deyimlerinin toplandığı bir kitap. Okuma verimimi artırmak için böyle bir eser yararlı olur diye düşündüm.

Sözcüklerdir bütün derdim spontane kısmından Ursula k.le guın hiç okumadığım bir yazar. Fakat Murakami'nin koşmasaydım yazamazdım eserini okuduktan sonra içimde bir merak oluştu.Herkes tarafından okunan yazarların nasıl bir iç dünyaları düşünce odaları vardır diye. Bu kitap bana bunları vadetti. Yani en azından hislerim o yönde.

Blogtaki ilk ve sıradışı kitap alışverişi yorumum bitti.

 

Amin maalouf ölümcül kimlikler kitabında

''Dünya bir tornavidayla parçalarına ayrılamayacak karmaşık bir düzenektir.'' der. 

İnsanda öyle! 

Ha ben mi?

 Ben zaten hep öyleyim.

 

 

                                   

Ah ne güzel bir fotoğraf oldu. Çiçek öğretmenler gününden beri solmadı. Ne hoş ne hoş!

                                                    

3 Aralık 2020 Perşembe

kan kardeşler

                                                    

Kafka Yayınları  uzun zamandır takip ettiğim bir yayın  evi. Sosyal gerçeklik  üzerine yazılmış  epeyce bir eser var. Gelelim kitabımıza. özgün  adı Jugend auf der Landstrasse Berlin("Berlin Yolundaki Gençlik) kitap bu isimle yazılmış  fakat o dönemde  yasaklandığı  ve yakıldığı  için tarih sahnesinden neredeyse silinecekmiş fakat bir şekilde  bir yerlerde korunmuş ve   tam 80 sene sonra   Blood Brothers ismi ile  2013 yılında  Michael Hofmann tarafından

  Yeniden yayımlanmış.  

                                                                                    Yazar

Yazar ile ilgili  bildiğimiz  kesin  bir şey  varsa o da adının  Ernest heffner olduğu.  İkinci Dünya Savaşı sırasında ortadan kayboldu ve o zamandan beri hiçbir iz bulunamadı. he New York Times'ın Şubat 2015 sayısında William Grimes, Haffner hakkında gazeteci ve muhtemelen sosyal hizmet uzmanı olmasının dışında bir şey  bilmediğimizi  ifade etmiş 

   

                                                                          Konusu

Kitap bizi Berlin'in 1930 yılına  götürüyor.yani Weimar Cumhuriyetinde Bu dönem  hep ilgimi çekmiştir naziler gelmeden önce  imparatorluk döneminden sonra 1918 ile 1933 arası.siyasi calkantilar ekonomik sorunlar ilk kez elde edilen özgürlükler  coşku  sefalet.kitap bu dönemin ruhunu çok  iyi bir  şekilde  yansıtıyor. Bu dönem  aklıma  çok  partili rejime geçtiğimizde insanların yaşadığı  o coşkuyu  yoksulluk  içersinde  yaşarken  gözlerindeki  o umudu hatırlatıyor. (Bakınız  32.gün arşivleri  Demir kırat)

 Blood brothers bu cumhuriyetin son günlerinde  geçiyor. Yetim,yetiştirme  yurdundan kaçmış  yada bir şekilde  ailesinden ayrı düşmüş  çocukların  kurdukları  sokak çetelerinde yaşama  tutunma çabalarını  okuyoruz kitap boyunca.Geceleri yatacak yeri,gündüzleri  sırtlarına  geçirecek  bir hırkaları olmayan bu gençler refah içerisinde -bu refahlık tartışılır-içinde yari3 beslenmektense özgürlük  içerisinde aç kalmayı seçiyorlar.

Açlıktan kıvranıp  dudakları  çatlağında yine aynı  şeyi  tekrar ediyorlar''açlıktan gebermek! Evet, ama benim istediğim yerde! ''

Kitap çoğu  yerde kanımı  dondurdu.Bu açlık  bu sefalet ve bu arada kalmışlık beni gerçekten  yordu. Özellikle  yurttan kaçan  Will trenin altında Berlin'e yolculuk yaparken buz gibi keskin soğuk  ciğerlerime  doldu ve benimde elim yüzüm  trenin buharı ile kapkara oldu.

Neyse ki kitapta bunca kötülüğe ,açlığa maruz kalan fakat içinde iyi kalma ,iyi olma güdüsü olanların koşullar  ne olursa  olsun iyi kaldıklarını görüyoruz .

Çoğu  kişi  kitabın  edebi dilinin zayıf  olduğunu  söylese  bile o dönemde  bunlara  bizzat şahit  olmuş  birisi olsaydım değil kitabını yazmak sonsuza dek  kelimelerimi kaybederdim. Zaten  bazen konunun kendisi başlı  başına yeterlidir. edebi tekniklere ihtiyaç duymaz, özne  yüklem  yeter.

Okuma önerisi:sosyal hizmet alanında  çalışma  yapanların  mutlaka okuması gereken  bir kitap .


Cepte parayı avuçladığında, Berlin nasıl da değişik görünüyor!


Kuzey ve doğu Berlin'den batı Berlin'e giden yol çoğunlukla özel bir otelin çarşafları üzerinden geçiyor gibi.

Vermek sadece, açlık ve sefaletin bilgisine doğal olarak sahip olan fakirlere mahsustur.

 

Çiçekler ve nezaket hapishaneye yakışmıyor.

 

Tam dibe vururken fark edip batmamış olanlar.

 

Rehber anahtar deliğinden parolayı fısıldıyor: "Karında gurultu, gırtlakta yangın." Kapılar açlığa ve susuzluğa açılıyor.

 

(Konu ile ilgili daha ayrıntılı  bir inceleme  okumak isterseniz:Tık)

 

Mavi yazılı  yerler word without bordes sitesinden alıntıdır 

 

28 Kasım 2020 Cumartesi

ah bir sahaf olsaydı

 

 


Gökte bulutlar kafamda vizeler aklımda online eğitimler.

Bu ara bana bir şey oldu instagramda sürekli canlı yayın izlemek istiyorum. Aslında  hiç sosyal medya alışkanlığım yoktur. Sırf ögrencilerime oyun bakmak için açmıştım instagramı. Ha birde twitter var.Onu da geçen haftaki okulöncesi twitter savaşlarında ön cephelerde yer almak için açmıştım.Aslında hala twitterda direniş sürüyor  ama okul açıldı  ve yapmam gereken şeyler  olduğu için cepheyi terk ettim.

Ne diyordum instagram canlı yayınları.   Bu aralar yazarların canlı yayınları arttı o yüzden de olabilir fakat gerçek şu ki  canlı yayında entektüel camiayı  izleyince kendimi  aktif hissediyorum.

Mutlu anlar koleksiyoncusunun bugün yazdığı yazıyla bloga kendi çektiğim fotoğrafları koymak için kollarımı sıvadım.Kameramı aldığımda bir hevesle çektiğim ne varsa topladım.Ama bu beni yıprattı.Neden mi? Eski fotograflarda kendimi gördüm.Hani önceki yazımda demiştim ya.Bir gün sokakta çocukluğunla karşılaşırsın gençlik hayallerinle.Bende o fotoğrafta ne düşündüğümü şimdi neler yaptığımı görünce bir kötü oldum.O fotograflarda  hayatının her anından zevk alan,gözleri parlayan o kızı gördüm.

Geçenlerde Bacon'un denemelerini okurken  çok güzel bir söz geçti.Mutluluğun sağladığı iyi şeyler özlenmeye değer ama mutsuzluğun sağladığı iyi şeylerse övülmeye.  Evet mutsuzum eve istemediğim bir işte çalışıyorum vee bir yıl boyunca istifamı veremem.Ama yine de yaşamıma bir şeyler katabilirim bu süreçte.Muhakkak bu küçük ve önemsiz yaşamımdaki sorunlar beni ciddi anlamda üzüyor.Bu stres halinden nefret ediyorum.Aklıma huzur romanında geçen bir  cümle geliyor '"Elbisem çok eski olsun... Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin'

Yani ben  ne çok para ne macera isitiyorum.İstediğim çiçek dolu bir bahçe ve kitap dolu bir kütüphane.Bu söz monetindi galiba emin olamadım .Çiçek deyince aklıma o geldi.Ama ben çiçeklerden ziyade yeşil bitkileri daha çok severim. Çünkü  çiçeklerin açmasını beklemeyi,döküldüklerinde üzülmeyi sevmem.

Masamda velimin öğretmenler gününde aldığı çiçekler. Siz ilk öğretmenisiz ve bizim için çok değerlisiniz dediler. Müdire ''iyisin ve seni en büyük yaşta göreceğim inşallah'' dedi. İnşallah dedim.O bilmiyordu inde şek ve şüphe vardır. Kesinlik belirtmez "Allah dilerse olur" anlamına gelir. Anneannem hep derdi inşallah değil biiznillah deyin diye.Öğretmenlik kutsaldır ana gibi diye jenerik çaldı beynimde. neyse oldukça  kesin bir şekilde söyleyebilirim ki yaşamdan finansal bir isteğim olmadığı için özgürüm.Kariyer kaygım da yok.Mandıra filozofu değilim.Sadece sevdiği mesleği icra etmek isteyen bir insanım.Malesef ki ne istediğimi bilemediğim için deneyeceğim.Köy öğretmenliği,sosyal hizmet görevlisi,kitap evinde bir çalışan,tercüman,rehber ne varsa.

Kapatalım bu konuyu çünkü bu liste uzar gider.

Bu arada Jule Payot irade terbiyesi kitabında benim gibi bir oraya bir buraya konup hiç bir alanda uzmanlaşmayanları kınıyor.Neyse ki tarihte başarılı olan emsallerim çok.Bakınız Hezarfen Ahmet Çelebi.Hezar farsça bir ek ve bin demek fende ilim. Bir çok dalda araştırmalar yaptığı için halk ona böyle demiş.Yahut Da Vinci , bu  düşüncemin temsilcilerinden.Tabi ben bu mertebede olamasamda sürekli iş değiştiren ipe sapa gelmez, bir baltaya sap olmaz bir tip değilim.

Tamam şimdi bu konu kapandı.Devam edelim.

Bu arada anneannemin annesi geçen hafta vefat etti. aAneannem kendine gelemedi ve küçük bir kız çocuğu gibi sessiz sessiz ağladı. Cemal süreyya'nın dizeleri döndü durdu beynimde.  ''Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum'' 

Sonra vivensede uzun zamandır takip ettiğim bir çalışma masası vardı.İndirime girmiş tamam alayım dedim abim araya girdi ben sana yaparım diye erkekliği tuttu.Sonra depoya indi.Tahta buldu,bacak kesti.Ortaya iş gören istediğim tarzda fakat bohemlikten uzak kasabalarda muhtarlıklarda bulacağımız türden bir şey çıktı.Çok uğraştı kırılmasın diye kullanıyorum.Askere gidene kadar 25 gün sonraya kadar yani umarım bu masayı benimseyip sevmem.sol beynim ağır basar ve istediğim masayı alırım diyecektim ama belkide sol beynim finansal açıdan düşünüp bunun daha mantıklı olduğuna karar verebilir.

Ama genelde bemde ne sağ ne sol ikisine de pek iş düşmez. neden çünkü çalışmam gereken sınavlar hazırlamam gereken evraklar varken ben burada bunları pekala gönül rahatlığı ile yazabiliyorum.

Bir türlü kitap siparişi veremedim tavsiye ettiğiniz bir site var mı? Keşke şehrimde bir sahaf olsa.fakat yok turistik bir yer ve kahve kitap evleri var.

Benim sepya fotoğraflara bakıp hayallere dalacağım,tozunu içine çekip hapşıracağım,saman kağıtlarına dokunamayıp uzaktan seveceğim,sahipleri ile hoş sohbet edeceğim sahaflara ihtiyacım var.

Şimdilik bu kadar.

Kalın sahafla.

 


yukarı aşağı

 

           
(görsel pexel.com sitesine aittir.)


                          Lunapark bahçe sinemaları ile yan yana yaşıyor. Kabuklu yemiş ve Zeki Müren. Yazlar hep böyle.

Mustafa Kutlu 

Zaman denilen devridaim makinesi ,rengarenk bir dönme dolap gibi .allı pullu ışıklarını etrafına saçarak deveran ediyor yukarı aşağı yukarı aşağı.

Çocukları büyütüp,büyükleri küçülterek  durmadan hareket ediyor. O makinenin içinde bizler bazen her şeyin farkıdaymışcasına, bazense her şeyden habersizcesine  yaşamaya devam ediyoruz.

Çocukluğumuzun arka bahçesinde yaşamın türlü güzelliklerini yaşayıp sonrasında birer yetişkin oluyoruz. Sorumlulukları ve ödevleri olan yetişkinler. Sabah kalkıp gitmesi gereken bir işi olan,ay başında gelecek maaşı bekleyen  yetişkinler. Çoğu zaman bu rengarenk dönme dolabın metal kısımlarına bakakalıp ne gökte ki mavilikten ne de arzdaki yeşillikten haberdar oluyoruz. Şu okul bi bitsin,şu terfi bi gelsin diyoruz.

 dönme dolap dönmeye devam ediyor. Yukarı,aşağı,yukarı aşağı.

Neden sonra ansızın bir öğleden sonra bir sokak ortasında çocukluğuyla yahut gençlik hayalleriyle karşılaşmışçasına donup kalıyoruz. Ben kimdim ve burada ne yapıyorum bile demeye vakit kalmadan çoktan yüzlerinde çizgiler saçlarında aklar olan, sahaflarda unutulmuş  sepya fotoğraflarda ki o insanlardan oluyoruz.

Dönme dolap rengarenk ışıklarını saçarak dönmeye devam ediyor. Yukarı aşağı ,yukarı aşağı.

20 Kasım 2020 Cuma

kayıp değerler manifestosu

 

                                                                     
(ben noktalama işaretlerine ve imla kurallarına inanmam sevgili okuyucu.ben saygıyla yana yana dizilmiş harflere sevgi dolu hecelere inanırım)
Cogita quamdiu eadem feceris; mori velle, non tantum fortis, aut miser sed etiam fastidiosus potest.
“Ne zamadan beri hep aynı şeyleri yapıp durduğunu düşün bir kez; ölmeyi yalnız yiğit ya da mutsuz kişi değil, bıkkın kişi de ister.

fark ettiniz mi bazı değerler kayboldu.kimi birden bire.kimi yavaş yavaş siliniverdi.

bir süredir kafamın içi okul çıkışı saatinde seyir halinde olan halk otobüsleri gibi.dolu ve dolmaya devam ediyor.daha ne kadar dolar? burası çoktan dolmuş diyorsun fakat daha da daha da dolmaya devam ediyor.2.üniversite kapsamında başvurduğum üniversitenin vize sınavları başlıyor.okullara uzaktan eğitiim haberini duyunca çok sevinmiştim.çünkü küçük yaş grubu maske mesafe sıfır.ilk zamanlar derslerde hiç maske çıkarmayıp sürekli eşyaları elimi dezenfekte ediyordum.ama bir yerde çabalamaktan sıkıldım.hasta olma ihtimali olan çocukların bile okula gelmesi risk ihtimali olan velileri veya hastalığı yeni atlatmış velilerin bile şuursuz davranışları beni yıldırdı.

sonra bütün okullar uzaktan eğitime geçerken anaokulları yüzyüze kararı aldı.açıklama kısmında işe giden  anne babalar için ibare yer alınca haliyle okul öncesi öğretmenleri ayağa kalktı.okul öncesi eğitim zorunlu bile değilken pandemi zamanı tüm okullar online iken okul öncesinin yüzyüze olması tabi ki herkesi düşündürttü. 
beni üzen şey cühela takımınca mevcut olan okul öncesini işten dönene kadar çocuğun oyalanacağı yer olarak görülmesi olayının resmi makamlarca adeta onaylanma.
benim öğrencilerim zaten minik olduğu için velilerin okula verme sebebleri sırasıyla
1.bir işte çalışma bırakacak yer bulama
2.çocuğa hamile olma
3.ev hanımı olup iş yükünü azaltma
kendi velilerimde durum böyle.ilk iki kısım bunu dillendirmekle beraber 3.kısım kendini saklar.onların bu halleri eve gönderdiğiniz etkinliklerin yapılmaması, hafta içi okunmasnı istediğiniz hikayelerin okunmamasndan gelir.bütün bunlar bir yana benim gibi eğitimci olan 3 velim var ve 3 özel eğitimde öğretmen.o kadar ilgili ve o kadar bilinçliler ki.eğitimin farkındalar,gerekliliğin farkındalar.

hani herkes evladı için çalışıyor ya.ona zaman ayırmadan ama onun için çalışıyor ya.bir  radyo tiyatrosu bırakıyorum.dükkana gelen baba ve hayallerini satın almak için kullandığı para birimi size anlatmak istediklerimi anlatacaktır.



ve kim ne derse desin öğretmenlik kutsal meslektir.Doğan Cüceloğlu öğretmenlik yapmak ve öğretmen olmak bambaşka şeylerdir diyor.elbette ki öğretmenlik yapan parasını alıp çıkanlar vardır.fakat görüyorum sevgili okuyucular öğretmen olanları bir dağ başında bir köyde,şehrin ortasında gri binaların arasında bir çocuğun kalbine dokunan öğretmenler var.ve okul öncesi eğitim kağıt kesmek,uhuyla pul yapıştırmak değildir.hayal gücünden yoksun sıralarda ezberci sisteme girmeden çocukların çocukluklarını yaşayacağı kendilerini keşfedeceği yerlerdir.

22 Ekim 2020 Perşembe

yıldızlarımı yiyen dinozor

 






öğretmen sorar;
-sen nerede gördün dinozorları?
-burada öğretmenim tişörtümde birde rüüüyaamda
(noktalma işaretleri düşmanıdır cümlelerimin)

içimde koca bir dinozor var.yıldızlarımı yiyen.gerçeekten onu gördüm.kalp gözümle,his gözümle.
kafamda deli mevzular.okul oldukca yorucu geçiyor.3 yaşında 11 tane afacan.özelde çalışmanın ne demek olduğunu öğrendim.çalışan için hiç bir özelliği bulunmayan tam zıttı işleyen bir döngü.neyseki geri dönüşüm var.bu yıl bitsin seneye sosyal hizmetten yürüyeceğim.sevdiğim bir şey bulana kadar deneyeceğim.tamamen oraya ait olduğum bir yer bulana kadar arayacağım.o zamana değin küçük oyunların büyük savaşların insanı olmayacağım.hala insan kalmanın önemli olduğunu düşünüyorsanız onları yenmişsiniz demektir der geroge orwel.bana insan gibi davranmayan herkese hak etmedikleri halde,bu içten iyi davranışın aksini hak ettikleri halde iyi olacağım.salt bir iyilik değil bu aslında birilerinin hakkından gelmesini umup o kişinin kendim olmamasına çabalamak sadece.

sabahlaruı işe gitmeden iki saat önce kalkıp dil çalışıp kitap okuyorum.gün içinde boğulmamak için çabalayıp duruyorum.

belki mutsuz olduğum için belki  yorgun olduğum için ama bu aralar ağlıgım hiç iyi değil.acaba corana mı diyorum öksürük yok boğaz ağrısı bazen ağır bir baş ağrısı.

yarın okul çıkışı direkt otobüsee atlayıp ablamın yanına gideceğim.sahaf festivali var neyseki kitaplar var,neyse ki sahaflar var.

ve böyle zamanlar derim kendime

Bir adım daha atamayacak kadar yorulduğumu düşündüğümde Hume'un şu sözü aklıma gelir; "Eğer burada durup daha ileri gitmeyeceksek, niçin bu noktaya kadar geldik?"




30 Eylül 2020 Çarşamba

alıntı kalıntı #5

                          



bir zamanlar okuyup 1000 kitaba not düştüğüm bir kaç altı çizili cümle.


Karşılığında ben de size
Kanaryası olup
Kuaför salonuna dönüşmeyen
Kaç mahalle berberinin
Kaldığını söylerim
.....
Geçim parası için Nice yaşlının
 Eski İstanbul evlerinden Getirdiği eşyalar
 Üstüne kâr koyulup Satılıyor 
antik Acılar çarşısında

antik acılar kitabından


Valery der ki : "Asıl o}an, bulmak değildir,
bulduğuna kendini katmaktır."
Andre Maurois

Ünlü filozof Gilbert Ryle, “Neden
aldandığımızı bırakalım psikologlar söylesin,
neden aldanmadığımızı da biz söyleyebiliriz,”
demiştir.
Stuart Sutherland


 işte kader hep
böyle davranır bizlere, hemen arkamızdadır,
omzumuza dokunmak içini elini çoktan ileri doğru
uzatmıştır
José Saramago

Çünkü, herkesin kendine döndüğü yalnızlıkta, bir
kimsenin kendinde neye sahip olduğu ortaya çıkar: İşte aptal adam, kendi zavallı bireyselliğinin sırtından atamayacağı yükü altında inim inim inliyor; öte yanda yüksek yetenekli kişi, en ıssız ortamı bile kendi düşünceleriyle şenliklendiriyor
ve canlandırıyor.

Gazetelere konu olmayan insanlardık biz. Baskı kenarlarında-
ki beyaz boş alanlarda yaşıyorduk. Bu bize daha çok özgürlük ve-
rirdi.
Margaret Atwood

Zaman denilen devridaim makinesi, rengârenk
bir dönme dolap gibi, allı morlu ışıklar saça
saça, bir aşağı bir yukarı taşıyacak bizi; oğlu
babaya, babayı oğula dönüştürerek, çocukları
büyütüp büyükleri küçülterek, bir “neydik, ne
olduk” oyununda ömürler söndürüp son durakta
herkesi başladığı yere döndürerek...