Bu yazıya bilinç akışı tekniği diyorlar edebiyatta. Ben pek hoş bir tabir olmasa da beynim kustuyu tercih ederim.
Ağlamayı sevmediğimden değil ama drama türünde kitaplar okumam. Zaten mutluluğun satılması sinirlerimi bozarken birde hüzünlerimizin yaldızlı kağıtlara sarılıp sunulması hoşuma gitmez. En son yıllar önce -7 yıl önceydi sanırım-dramatik bir film izledim.Film bittiğinde o denli boğuldum ki ardından sistemin sunduğu hüzün,keder,acı barındıran hiç bir etikete yaklaşmadım.
E-kitap okurken ismi hoşuma gittiği için okuma listeme eklediğim bir kitap beni altın kızlarla verandada çilekli pastamı yerken nereden geldiği bilinmez bir çekirgenin bahçemi istila ettiği ve bütün çiçeklerimi haşat ettiği haberini almış gibi hissettirdi. Olabildiğince naif nazik ve acı verici. Kitabın ismi bile öyle nitekim limonlu pastanın sıradışı hüznü. Kitabı bu kadar sevmemin nedeni içindeki küçük naif dokunuşlardı muhakkak. Ben hala kaç yaşına gelirsem geleyim kar küresini ters çevirip hayranlıkla izleyen o küçük kız çocuğuyum. Yaşamın gündelik sıradan şeylerine neşe ve sevgiyle bakacağım.
Bazen aksi ihtiyar ve entel bir komşum olsa diyorum. Yada sırf ona kitap okumam için beni tutan biri.
Kitabın beni bu kadar hüzünlendirmesinin bir kaç sebebi var.Bir kitapta karekterlerin çocukluk ve yetişkinlik evrelerini görmek bana acı veriyor. Onların çocukluğun arka bahçelerinden çıkıp yetişkinliğin gri soğuk ve kasvetli sokaklarına adım atarken görmek kalbimi acıyla dolduruyor. Bu acıyı ilk kez 2 sınıfta görevde son yılı olan ton ton öğretmenimizin muhtemelen kendi maaşıyla aldığı 100 temel eserden okuduğum ikinci kitabında tatmıştım. Yeşil küçük ve asla büyümeyen Peterpan'la.Daha doğrusu bir zamanlar Peterpan'ın arkadaşı olup sonrasında bir yetişkin olan ve bir pencereden Peterpan'ın gidişini izleyen o kadınla. Kitabı okuduğumda öyle üzülmüştüm ki elimi kalbimin üzerine koyup bir müddet öylece durmuştum. İçim acıyla dolduğunda istemsizce yaptığım bu hareket amatör tiyatro oyuncalarının ''ah Romeo neden Romeosun sen!'' diyip eğreti bir şekilde ellerini sol taraflarına koyuşunu anımsatır. Fakat yine de ben Pandora'nın kutusu gibi içimden kederlerin küçük parçacıklar halinde etrafa saçılacağından korkarcasına elimi yüreğime koyarım. Bunu kitabı bitirip bir müddet farketmeden öyle kaldığımda anımsadım.
Geçenlerde evlilik ve meslek seçimi hakkında ablamla konuşurken tam olarak şundan korktum. Kim olacağıma karar vereceğim ve olacağım artık geri dönülmez bir şekilde ödev ve sorumluluklarım olacak.O halde nasıl karar vereceğim?Mrs nobody filminden şu sahne düştü zihnime.
(ekran görüntüsü alarak paintten yaptığım kolaj
bu aşamaları kullanıp başka kolaj yapan var mıdır merak ettim:)
Cidden sadece biri olmak yaşamımın kesin çizgilerle belirlenmiş olması beni ürkütüyor.Küçükken evimizin karşısındaki bir taşa oturup evimizi ve sahip olduğu o büyük bahçeyi türlü imar planlarımla düşlemeyi çok severdim. İçinde hayvanların özgürce dolaşabileceği bir orman. Bir basket sahası,kardan adamlar için bir yaşam sahası.Çünkü sadece bir kere kar görmüştüm ve özenerek yaptığım kardan adamımı güneş yemişti.
Sonra bir gün mütâhitler geldi ve işte bilirsiniz çok katlı bir apartman ve çokça gri.
Kendimi yüzlerce meslekte hayal ederdim yüzlerce farklı kıyafetin içinde yüzlerce farklı ben. Biri beyaz önlüklü bir öğretmen,biri yüzü gözü motor yağı olmuş işci tulumlu bir bisiklet tamircisi, biri seyircilere beyaz gül atan bir tiyatro sanatçısı yekdiğeri güzel ülkemde kıymeti bilinmemiş bir eseri restore eden bir mimar. Biri roketten bakıp penceremde dünya var diye haykıran bir astronot.
Yıllar sonra şu anekdota rastlayınca yalnız olmadığımı anladım.
“yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum.
Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör ee gee, öbürü avrupa, afrika ve güney amerika, biri constantin, socrates, attila ve garip adları değişik meslekleri olan daha bir yığın aşık, bir başkasıysa olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı. Bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım bir sürü incir daha vardı.
Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum. Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı isityordum incirlerin ama birirni seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarımın dibine düşüyorlardı.”
-sylvia plath
Kitapta beni hüzünlendiren diğer şey çocukken bir dahi olan joe'nun (anlatıcının soğuk dahi abisi olur kendisi) istediği üniversiteye girememesi ile başlayan kayboluş hikayesi.(tek unsur bu olmamakla en önemli tetikleyici bu) çocuğun küçükken ki parlak bilim adamsı halleri aklıma geldi ve içten içe acı çektim. Bana acı veren yekdiğer şeyde bu. Ortaya müthiş şeyler çıkarma potansiyeli olan insanların yok olup gitmesi.
Bununla beraber beni üzen diğer şey olabilirliğin olmaması.Mümkün hayatların en güzeli
Bu söz öbeğini arada bilinçsizce tekrar ederim, kendi kendime. Annem doktor olmak istemiş ama o kadar istemiş ki .sonra olamamış işte. Küçük doktor olabileceğine inanan bir kız çocuğu ve büyümüş doktor olamamış bir kadın.
Bilmiyorum .
**
Bir acaip korkum vardır.Yıllar sonra mezun olduğum arkadaşlarımla bir araya geldiğimde yaşamda bir yere gelememiş olmaktan hep korktum. Üniversite zamanlarında bile kantinde yanına oturduğum şu çocuk ilerde asla ulaşamayacağım bir yere gelir mi duygusu oldu. Annemin sevdiğimiz abur cuburları ulaşamayacağımız yerlere koymasından mı acaba?
**
Bütün bu varoluşsal sancıları bir kenara bırakırsak uzaktan eğitimle başladığımızı haftayı yüz yüzeyle bitirdik. Her sınıftan karantinada öğrenciler var. Ben sayıca az olduğumuz için ve en azından dışarı çıkıp bir hava aldığım için okula dönüşü pek sallamadım. Risk çok fazla. Fakat evde iyice hedonist olmuş var mı bana haz verecek kitap, yiyecek, film deyip gün boyu pijama ve pörtlek gözlerle geziyordum. Okul biraz silkinmeme sebep oldu.
**
Üniversitedeyken arkadaşlarım gelip bugün nasıl güzel olmuş muyum derdi.Bende onlara sorardım, duymak istediğini mi söyleyeyim yoksa içimden geçeni mi? İşin komik tarafı çoğu bunu duymaktan bile hoşlanmazdı. İşin daha ilginç tarafı okuldan mezun olunca ne kadar gezsem okusam öğrensem de acaba şıkır şıkır bende kampüste gezse miydim diye garip nereden geldiği belirsiz bir duygu geldi.
Kitabı bitirir bitirmez Nadir Kitaptan iki tane sipariş verdim. Şehrimde sahaf yok diye hayıflanıp internet sitesi ararken neden sahaf sitelerinden almamışım bilmiyorum.
İki kitap aldım.Biri sonra sen geldin hayatıma dedirtecek türden bir arkadaşım için. Tam anlamıyla farketmediğim şeyler fark etmemi sağlayan biri.
**
Bu yıl sürekli Darktan bir replik dönüyor beynimde 'hayatın nerede hiç istemediğin bir noktaya saptı?'Burada değil diyorum kendime yahut daha değil.
**
Kitapta torunlarına sürekli acaip şeyler kargolayan büyük anne vardı. Yarım sabun,eski toz bezi gibi şeyler.
Son olarak her kitabın bir kişiliği varmış gibi gelir bana. Bu kitabı çoğu kişi sevmemiş. Ben sevdim. Aynı ortaokulda,lise de kurduğum acaip arkadaşlıkları hatırlattı. Benim için acaip insanlar olmasada diğer insanlara öyle gelen dostluklardı bunlar. O acaip arkadaşlarım nispeten sessiz içe dönük tuhaf alışkanlıkları olan kişilerdi. Bu insanlar öylece bir yerde bulduğum muazzam bir şeymiş gibi gelirdi bana. Benim onda gördüğümü nasıl da başkaları görmüyor diye hem hayret eder hemde sevinirdim.
Şimdi düşündüm de uzun zaman oldu.
Tuhaf biriyle arkadaş olmayalı.
Erken bir saat, blog turu yapayım şöyle bir dedim ve blog listemin en üstünde senin yazını gördüm, bir yazı yazmış olmana sevindim. Eline ilk, sevdiği gazetelerden birini alıp onunla mutlanmak gibi:) Yazı akıp gitti, bazı yerlerde durdum. Bazı cümleleri baştan aldım. Özel bir karakter olduğunu sezmiştim zaten. Rastlamak zordur, az bulunurlar ama biliyorsanız satır aralarından bulursunuz durumuydu biraz. Hımmmm bir de Sylvia Plath kısmı var tabii ki... Acaba diye düşündüm, farklı bir kuşak ama Tezer Özlü niye yok? Sonra belki vardır ama ben takibe yeni başladımda rastlamadım mı? diye düşündüm. Çünkü karakteri kurmaca bir yazımda tanıklıklarımdan yola çıkarak şöyle bir cümle kurmuştum: "Olay yerine vardığımızda işaret edilen kat beşti. Bense aynı jenerasyondan kadınların Tezer Özlü artı Sylvia Plath hayranlığı üzerine düşünüyordum. Bu kuşak ile ilgili ne zaman bir konu açılsa en büyük argümanımdı iki yazar. Garip bir büyüsü vardı zamanın... Derin hassasiyetleri olan, yürekten seven, bu sevgiyi karşılıksızca veren, sanan, kesinlikle derin kadınlar ve... " diye devam eden. Dilerim yazma ve okuma ve hayatı sorgulama ve bağımsızca yolunu çizme arzun çoğalarak devam eder. Diğer yetişkinler gibi, bu yaşta bu sağlam bakış, farkındalık ve özgüven demeyeceğim elbette. Ama genç ve olgun ve farkındalığı yüksek bakışından çıkan yazılarından beslendiğimin ve çok zevk aldığımın altını çizeceğim.:)
YanıtlaSilokuduuum eveeet benim de duygularım kusmuştuuuu :)
YanıtlaSil