28 Ocak 2023 Cumartesi

Bir Garip Otobiyografi BCP OCAK

 




Blogları canlandırma projesine katılmak istedim bu sene. Her ay belirlenen bir temada izlenilen filmler, okunan  kitaplar olması çok teşvik edici. Bu ayın teması; gerçeğe dayanan olaylar ve otobiyografi. Otobiyografi,anılar, günlükler okumayı çok sevdiğim bir tür. Son üç yılda 16 tane anı-günlük-otobiyografi okumuşum. Bu ayın teması tam bana göreydi. Dikkatimi çeken bir yazarın hayatını okumak istedim ve sonunda Kurt Vonnegut' un otobiyografik romanı ''Hi Ho'' kitabını seçtim. Başlı başına ilginç bir yazar. Kendisi ile Ted'in şu videosu ile tanışmıştım. Hemen ilk kitabını okudum. Onun garipliği, sürrealist hikayeleri beni içine çekti. Abuk sabuk gördüğümüz rüyalar olur. Zaman akışkandır. Mekan ayaklarımız altında kayar ve sürekli değişir. Tüm olaylar kırılgandır ve gerçeklik ise bir bukalemun gibi değişkendir. İşte onun kitapları da öyle. Ama çoğu modern sanat eserinde insanı ister istemez içine düşüren bir dilemma var. Hani bir sergi de garip bir şey görürsünüz ve onun gerçekten saçma mı yoksa sanatsal bir şey mi olduğu hakkında ikileme düşersiniz. Kurt Vonnegut sizi o ikileme düşürmüyor. Tüm o karmaşa öylesine iyi geliyor ve öylesine anlamlı, eleştirel şeyler barındırıyor ki.

Kitaba gelecek olursak, tüm o garipliğini kitaba taşımış. "Bu, yazıp yazacağım en samimi otobiyografi. Ona şakşak diyeceğim. Çünkü abartılı ve gülünç. Tıpkı şakşak komedi filmleri -özellikle de şu eski Laurel ve Hardy'ninkiler- gibi.” cümlesi ile başlıyor kitap.

Kitap her ne kadar sözlerine böyle başlasa da yalnızca başlangıç kısmı olan 13 sayfada yaşamı ile ilgili kesitlere yer verilmiş. Kalan kısımda hayatımda okuduğum en eksantrik öyküye yer verilmiş. Fiziksel olarak farklı doğan William ve Eliza'yı ailesi istemez. Onlara genişçe çiftlik evinde bir hayat kurarlar. Yaş günlerinde ziyarete gelirler. Bu iki çocuk her ne kadar zihinsel özürlü zannedilse de üstün bir zekaya sahiptir. Evde bulunan devasa kütüphaneden kitaplar okur, bu eski çiftlik evinin gizli odalarını ve koridorlarını keşfederler. Bir sürü dil öğrenirler. (Kitaplar farklı dillerde yazılmıştır.) Ama dışarıda ki herkese akılsız taklidi yaparlar. Bunun sebebini şu şekilde açıklıyorlar:

"Düşünün: Bize bakan insanların yaşamlarının merkezindeydik. Eliza ve ben yardımsız ve sefil kalsak, hemen hepsi kendi gözlerinde kahraman Hristiyan kesilirlerdi. Eğer biz zeki ve kendimize yeterli olabilsek, onlar aşağılık, pasaklı yardımcılarımız olurlardı. Eğer biz dünyaya açılabilseydik, onlar apartmanlarını, renkli televizyonlarını, doktor ve hemşire unvanlarını ve yüksek ücretli işlerini kaybedeceklerdi. İşte bu nedenle, ilk günden beri, bizim böyle yardıma muhtaç kalmamız için binlerce kez dua ettiklerinden eminim. Başarmamızı umdukları tek bir gelişme vardı. Tuvalet eğitimli olmamızı tüm kalpleriyle istediler."

Fakat bir gün annesinin onlardan nefret ettiğini ve keşke minicik bile olsa zeka pırıltıları olmasını istediklerini duyarlar. Hal böyle olunca ikizler sabah kalkar ve artık zekalarını dış dünyaya göstermeye karar verir. Böylece olağandışı, garip maceraları başlar. Kitabı sevdim diyemem. Ama garip bir deneyimdi. Özellikle sonlara doğru okumakta çok zorlandım. Kitabı sanki gerçekten de William yazmıştı. Her satırı kendine özgü garip, ucube havası ile dolup taşıyordu. Belki Kurt Vonnegut'u sevme sebebim de budur. O garip olay örgüsü  ve kahramanlarının ötekiliğidir...

Aşk bulduğun yerdedir. Onu aramak aptalca. Hem zehirlenebilirsin de.

"Tarih bir sürprizler listesidir" dedim. "Bizi yalnızca yeniden şaşırmaya hazırlayabilir.

"Ülkeme kardeşlikten başka barış da getirmek isterdim." diye devam ettim. "Ne yazık ki, barış diye bir şey yok. Onu buluyoruz. Kaybediyoruz. Tekrar buluyoruz. Tekrar kaybediyoruz

13 Ocak 2023 Cuma

Ben artık sağırım/benim yegane çiçeklerim ve çalılarım.

 



Shakespeare posterine bakıyorum. Eski bir dost gibi bakıyor bana sanki. Resmin altında ona ait bir söz var. Ne olduğumuzu biliyoruz ama ne olabileceğimizi bilmiyoruz.

Bloga bırakılan mesajlara daha iyi hissettiğim bir zaman cevap yazacağım.

Berbat bir iki hafta geçirdim. Tüm yaşamımı bir balyozla paramparça etmek istediğim iki hafta. Kendimi bastırmaya ve tutmaya çalıştığım. Kendimi ikna etmeye kalbimin sesini bastırmaya çalıştığım iki hafta. İlk önce şunu belirtmek isterim. Her ailenin kendi içinde bir ekosistemi var. Aile bireyleri yıllar içinde bu ekosistemi kanıksıyor, içselleştiriyor.

Annem işten ayrıldığım 4 aydan beri bana farkında olmadan evde kalmış (evlenmeyi başaramamış)muamelesi yaptı. 24 yaşımdayım ve daha yaşamdan ne istediğini bilmeyen arayan bir kız çocuğuyum. Her zaman uygun gördükleri insanlarla görüşme çabasına girdiler zaten. Hepsini reddettim. Her defasında ''keşke görüşseydin, biz sana illa evlen demiyoruz, önce bir tanı.'' gibisinden laflar ettiler.

Kimseye kızmıyorum kendi hatam. 24 yaşındayım ve yalnızca 4 aydır ipleri elime almaya çalışıyorum. Yaşamım boyunca bir kuklaydım. Aman kimse üzülmesin, aman annemin bir sürü sıkıntısı var bir de ben eklemeyeyim kafasında yaşadım. Okul tercihlerimi ailem yaptı. Hassas, içli ve güçsüz bir çocuktum. Yeryüzünde yalnız olduğumu, kimsenin beni anlamadığını düşünürdüm. Defalarca kez intihar mektubu yazdım, niyetlendim ama yapamadım. İlginç bir şekilde o mektupları yazınca yeniden başlama gücü elde ettim kendimle. Bunu fark edince keşke dedim. Kelimelerle canına kıyabilse keşke insan...

Bir şekilde kitaplarla kendime bir alan açtım ve orada dayanabildim. Ama iki yıl iş hayatında kalıp mesleğimi bu koşullarda sevemeyeceğimi fark edince tüm yaşamım gözler önüne serildi. Hani bazı film sahneleri vardır. Baş rolü mutlu mesut izleriz. Sonra aynı sahneleri bir kere daha izleriz aslında her şey bambaşkadır. Başrolün zihinsel bir hastalığı vardır. Benim içinde öyleydi bir anda tüm yaşamımı bambaşka gördüm.

Derken tam bu yıl istifa edip güzel şeyler yapayım derken evlilik işini çıkardılar. Bir gece rüyamda kendi etimi kesip sürekli benden bir şeyler isteyen aileme lime lime verdiğimi gördüm. Ağlayarak ''bu canımı daha az acıtıyor, artık beni rahat bırakın.'' dedim.

Neyse bir oğlanla tanıştırdılar. Çocuk işinde gücünde. Uyumlu, nazik. Bundan iyisini bulamazsın, artık yaşın geldi, ne bekliyorsun ne istiyorsun, görüşüp tayınca seversin, o söylediğin aşk filmlerde olur.

Böyle beni ittire kaktıra iki haftadır telefonda mesajlaştık oğlanla. İşte o da ilk defa böyle biriyle buluşmuş, tam istediği gibi bir kızmışım. Çok açmak istemiyorum ama çocuktan etkilenmedim. İlk günden beri herkese dedim. Ama yok o yok bu bin laf ettiler. Cehalet garip bir şey ya. İnsanlara öyle bir siniyor ki. Yalnız sen alamıyorsun o pis kerih kokuyu. 

Dün gece karların altında ezildiğimi görüldüm. Ama o kadar huzurluydum ki. Artık bitti, artık rahatça ölebilirim dedim. Uyanınca o kadar üzüldüm ki. Neden bunu bana yapmalarına izin veriyorum dedim. Ölmeyi isteyecek kadar neden beni zorluyorlar. İşin üzücü tarafı tüm bu yazdıklarımı söylediğimde bile ailemin beni anlamaması açıkça istemediğim bir ilişki içinde olmaktansa ölmeyi bile isteyeceğimi söylememe rağmen beni anlamamaları. 

Artık anlaşılmak gibi bir kaygı gütmeyeceğim. Terapistime tekrar bir randevu alacağım. Kimselere duyurmadan kendi planlarımı yapacağım. Onlarla beraber mutlu olmak istedim ama bu imkanı bana sağlamıyorlar ne yazık ki. Daha fazla çabalamayacağım. 

Ne kadar komik bir insanın kendi kimliğini bu kadar geç yaşta inşa etmeye başlaması. 

Ama hiç bir yaş geç değil biliyorum. Yapamazsın edemezsinlerinden de bıktım.

Eskiden de sağırdım ama kendime şimdiyse herkese sağırım. Özellikle beni duymamış herkese...

Neyse çocuğa yazıp artık konuşmak istemediğimi yazdım. Kabul etmek istemedi. Annem umut verdin dedi. Çocukla görüşmeye başlayalı 10 gün olmuş. Başından beri herkese bana vakit tanımalarını söylemişim. Daha geçenlerde öyle bir kitap okuduğum için herhalde bir cadı kazanında yakıldığımı hissettim. Alevler gözümün önünde yükseliyor, dumanında boğuluyorum. Ama dedim güçlü olmasam da olur önemli olan kararlı olmam. Çabalamam devam etmem gerekiyor sadece.

Sonunda bitti kapattık.

Annem oğlan ne haldedir şimdi diye suçluluk psikolojisine girdi. Bir arkadaşım dedi ki kimseye sevgi borcun yok. O kadar saçma ve iğrenç bir süreçti ki. Şu an buraya yazarken bile bu yüzyılda böyle şeylerin yaşanmasını hayretle karşılıyorum. 

İnanır mısınız içimde iki haftada bir şeyler ölmüş. Yeniden ekeceğim gönül bahçemi. Lanet olası başka insanların fikir tohumlarını değil. Kendi yüreğimin tohumlarını. O tohumlardan çalıda çıksa çiçekte kabülüm. Yeter ki tohum benim olsun. Yeter ki gönül bahçeme lanet ayakları ile girmesinler. Ezmesinler çiçeklerimi, çalılarımı. Çalı da benim, çiçekte...

9 Ocak 2023 Pazartesi

Ben Japon İşi Hamlet Miyim?

 


Gençliğin yaraları herkesin kahkahaları arasında kolayca iyileşebilir ancak yirmi üç yaşındaki bir adamın hatalarının yarası balık kokusu gibidir, silinmesi zordur.
Yeni Bir Hamlet- O.Dazai

Anlamadığım teknik bir sıkıntıdan dolayı yazımı iki kısım halinde yayınlayacağım. Bir önceki yazımı okuduktan sonra bunu okumanız konu bütünlüğü açısından daha iyi olacaktır. 

Gerçekten zamanlama diye bir şey var. Hani sağanak bastırdığında bir anda şemsiye satıcılarını etrafta türemesi gibi. Bazen bazı anlarda tam ihtiyacın olan şey karşına çıkar. Bu kitap benim için öyleydi. Yaşamımla ilgili karar almak için debelendiğim bir zamanda bu kitapla karşılaştım. Hamlet'in debelenişi Kral'ın ona yaptığı davranışların zihinsel değil fiziksel kararlarını sonucu olduğunu söylemesi beni derinden etkiledi. Hani bazen kendimizi kapağı açmış buzdolabına bakarken buluruz. Oraya sizi açlık duygunuz değil de bedensel alışkanlıklarınız getirmiştir. Bazen kararlarımızı da işte zihinsel süreçler değil de bu tür fiziksel alışkanlıklar doğuruyor. bunun ayrımına varmak garipti. Kitabı okuyup bitirince Shakespeare'in kitabını da okumak istiyorum. Bakalım Japon Hamlet ile İngiliz hamlet arasında ne farklar var? 

Geçenlerde Twitter'da bir tartışma gördüm. Yayınevlerinin Türk edebiyatı tanımını kullanmayıp, Türkçe Edebiyat ve yerel edebiyat kullanımları ile alakalı bir eleştiriydi. Hatta Türk demek yerine  Türkiyeli gibi tabirler kullanıldığına dikkat çekilmişti. Anlam veremedim. Gerçek anlamda Türkiye'nin bu kadar büyük ve köklü yayınevlerinin bile neden özellikle Türk kelimesini kullanmaktan bu kadar kaçındıklarını. İlk başta tweet'e anlam verememiştim. Ne fark eder ki diye düşünmüştüm. Ama düşününce Fransız, İngiliz, Amerikan edebiyatı diye seçki yapan yayın evlerinin bir türlü Türk kelimesini kullanmaması kasıtlı bir ideolojinin ürünü mü yoksa dil alışkanlığı ile yapılan bir davranış mı bilemedim. tek bildiğim dilimizi etkileyen şeyin zihnimiz olduğu. Zihni değişimlerin dilimizi, dilimizinde yaşamımızı etkilediği şey yadsınamaz bir gerçek.


Hiç bu kadar sosyal medyayı referans alan yazım yoktu. Ama freelance çalışınca en ufak boşlukta telefon eline gidiyor. Kaosla beslenen modern ruhlarımız için sosyal medya paha biçilmez bir cadı kazanı...

Modern Zamanların Cadı Kazanı




ruhum delik deşik oluncaya kadar taşıdım şiiri çığlık oluncaya kadar taşıdım artık taşıyamıyorum bu kutsal emaneti ruhum taşıyamıyor artık bu şiiri


Geçen hafta Haydar Ergülen'in şiir kitabını okumaya başladım. Ondan okuduğum ikinci kitaptı ve çok severek okuyordum. Derken internette bir araştırayım dedim. Ekşi sözlükte ''beceriksizlerinde şiir yazabileceğinin kanıtı'' tabirince bir yorum vardı. Ekşi'nin yorum kültürü malum. Sonradan twitter'ın açılmasıyla kitlenin bir çoğu o mecraya taşındı. Ama hakkını vereyim eski entrylerde ciddi anlamda kaliteli bilgiler ve yorumlar var.
Eskiden kurulan cadı kazanları her yeni bir gün sosyal medyada yeniden kuruluyor. Nerede bir güçsüz birisi varsa alıp atıyorlar. Taha diye yemek yapan Hataylı bir çocuk vardı. Bu kadar meşhur olmadan önce bir kaç videosuna denk geldim. Gerçekten zor koşullarda çabalaması beni etkilemişti. Geçen Armağan Çağlayan’ın YouTube kanalına konuk olmuş. Garip hissettim videosunu izleyince. Muhteşem Gatsby geldi. Onun ilk cümlesi zihnime kazınmıştır. 'Toy çağımda bir öğüt vermişti babam, hala küpedir kulağıma. 'Ne zaman' demişti, 'birini tenkide davranacak olsan, hatırdan çıkarma, herkes senin imkanlarında gelmemiştir dünyaya!"
Neyse ekşide okuduğum yorum beni kızdırdı. Hiç bir dayanak göstermeksizin bir yorum yapılması o kadar mantıksızdı ki.Ama işin ilginç yanı o yorumu okuduktan sonra dikkatimi toparlayamadım ve kitabı okurken üzerime bir kara bulut çöktü. Okuduklarım bir tatsız gelmeye başladı. Zihin süzgecim bu kadar çabuk bulanıyor mu diye hayıflandım kendi kendime . Bilmiyorum ama garip bir deneyimdi açıkçası. Sonra aklıma Pantene ödül töreninde yaptığı konuşma yüzünden konuşulan Pınar Deniz geldi. O ödül konuşmasını görünce kadını tonlaması hareketleri çok yapmacık gelmişti açıkçası ve bende seviyeli bir eleştiri yapılan bir tweet'i beğendim. Sonra konuşmasının Rihanna'nın konuşmasında alıntı olduğu söylendi vs. Sonra yazılan tweetleri görünce bir farklı hissettim. Bir önce ki ile kesinlikle aynı değildi yorumun havası. Bir zorbalık, bir yerden yere vurma vardı. O ekranın içinden, o yazıdan o hissi o kadar kuvvetli hissettim ki. Bir kaç gün sonra önüme Pınar Deniz'in yurtdışına taşındığı haberi çıktı. Bir garip hissettim. Küçücük bir kartopunun nasıl devasa bir yığına döndüğünü izlemek garipti. Ama sosyal medya Fred'un söylediği alt benliğimizi ortaya çıkaran bir yer. İnsanlar en karanlık yönlerini alelade seriyorlar göz önüne. Ruhlarında besledikleri zehirli okları diğerlerinin derilerine geçiriyorlar. Yine de Freud yaşasaydı nasıl tweetler atardı merak ediyorum.
Osamu Dazai'nin yeni bir hamlet kitabını okuyorum. Shakespeare'in kitabını daha önce okumadığım için iki kitabı karşılaştırmıyorum. Bu kitabı başlı başına bir eser olarak değerlendiriyorum.(devamı sonraki yazıda…)

3 Ocak 2023 Salı

Anne Benim Uçmam Gerek




Akşam geri verince bana gözlerimi
Şehir de kayboldu, denizin durgunluğu da
Bir anka kuşu yeniden karıyorken küllerini
Bir kaya oyuğu kendini alıştırıyorken boşluğa
Dedim, deniz de bendim, düşleyen de denizi
Bir gülümseme gibi bulacağım kendimi.
Ve sabah olur olmaz üstünde derinliğimin
Edip Cansever - Kirli Ağustos


Dönem sonu ve yıl karşılama yazılarımı yayınlamak gelmedi içimden. Son yazılarım her ne kadar olağan şeylerden bahsetse de çok yavan geldi. Neden böyle diye düşünürken cevabı buldum. Ayrı bir kitap bloğu açınca burada okuduğum kitaplar hakkında yazmadığımı fark ettim. Hal böyle olunca kelimelerim gücünü kaybetmiş. Bir yandan orada yalnız kitaplar hakkında yazarken bir yandan da burada yine yaşamımla, karmakarışık duygularımla harmanladığım yazıları yazmaya karar verdim.

Bir tanıdığımızın ve ailemin yüksek baskı ve ısrarı ile bir randevuya gittim. Çok sakin, kültürlü iyi huylu biri.  Şimdi evli çocuklu Nil karaibramgil'e  bir zamanlar delicesine hayranlık besleyen bir kız olarak evlenmek çok uzak geliyor. Anne benim uçmam gerek, istemiyorum pilav yapmak diye bir dizesi vardı hatta bir şarkısının. Şimdi ise oğlu Aziz Arif için tatlı mı tatlı mısralar yazıyor. Her ne kadar pandemiye yaklaşımı ile gündemde alaycı bir şekilde anılsa da hoş bir şaireneliği var.

Yazarlar ne kadar her bir şiiri ayrı değerlendirseler bile benim için onların arasında kırmızı kader iplerinden oluyor. Şairlerin tüm şiirlerini birbirlerine bağlayan ve bir şekilde belli belirsiz var olmaya devam eden o ipler hoşuma gidiyor. Arkadaşlarımla bir şairin en sevdiğimiz şiir konuşulunca fark ettim bu durumu. Çünkü şiir adlarına bakmadan direkt hoşuma giden mısraları ezberliyorum. Yahut oraya buraya yazıyorum. İşte bütün o bölük pörçük dizeler hep o şairin menkıbesi gibime gelir.

Edip Cansever ile Turgut Uyar'ı benzettim. İlk okumalarım olduğu için olabilir diye düşünmüştüm ama edebiyat camiasında da bu iki şaire çok sesli şiirlerin şairi denmiş. Çok hoşuma gitti bu tabir. Çok yerinde nitekim. Turgut Uyar Kapalıçarşı'da babasından kalma bir antikacıyı işletmiş. Ne hoş bir meslek dedim. Bir kitapçı olmak bir antikacı olmak. Bir çiçekçi olmak. İnsanlara bir ürün değil de yeni bir yaşam satmak demek zannımca. Eski bir objeyi yeni bir eve taşımak, bir kitabı -haliyle bir insanın düşüncelerini- yıllar sonra yaşamış birine ulaştırmak ve kısa süreli olsa da bir odayı hoş kokularla doldurmak ne kadar hoş.

Keşke ülkemizde de canlı çiçek çeşitleri satıcıları daha çok olsa. Her hafta pazardan dönerken bir buket çiçek alsak kendimize. Masamızı süslesek. Menüye karar verir gibi çiçeklere de karar versek. Ama bu yalnız bir tabakanın sahip olacağı ayrıcalık olmasa. Bir demet maydanoz alırken yanına da bir buket krizantem alsa emekli eşi Melahat Teyze. Yahut mevsimlik işçi Halil. O zaman durup ince şeyleri anlamaya daha çok mu vaktimiz olur acaba? 

Acımaktan bir zamansın ki bazen susarsın Çocuklar büyükler gibi konuşur sefaletten.

Bu cümleyi okuyunca öğretmenlik yaparken yaşadığım bir anı aklıma geldi. Çocuklar arasında kavga çıktı. Ne oldu diye sordum ''Öğretmenim oyunda Mustafa Türk lirası geçmez diyor.'' dediler. Sordum Mustafa'ya neden böyle söyledin diye. Mustafa ''Ama öğretmenim Türk parası çook değersiz. Onun yerine dolar kullanmalıyız. Dolar daha değerliymiş.'' dedi. Çocuklar a öyle mi tamam öyle yapalım vs. dediler. Garipti. 

Yok düş kuracak vakit bile
Her şeyi bir yana bırakıyoruz söylene söylene.

Mesela şiirin hülyalı dünyasını anlamıyorum. Böyle alelade bir cümle nasıl bu kadar kulağa hoş gelebiliyor? Bir türlü aklım almıyor.

Yalan her tenha kasabanın akşam saatidir.